Ara Bakalım...

15 Aralık 2009 Salı

Ertelenmiş Cinsellik





Her ağaç, köklerini gönlünce derinliklerine salabileceği bir toprağa, dallarını da özgürce boşluklarında yükseltebileceği bir göğe ihtiyaç duyar.


VE dahî her ağaç suyunu toprağından, ışığını ise göğünden temin eder.

Kendi toprağından... ve kendi göğünden...

Bilgi ağacının kaderi bu!

Hayat ağacının kaderi sanki farklı mı, o da böyle!

Daralan toprağımızda bereket, kısıtlanan göğümüzde aydınlık kalmadı. İşte bu yüzdendir ki suyumuz az, ışığımız yetersiz. O zayıf, o çelimsiz dallar, göğe yükselebilmek için ihtiyaç duydukları özsuyu emebilecekleri geniş topraklardan mahrumlar.

Biz zavallılar, koca bir çınarı, dibini çay bardağıyla sulayarak yaşatabileceğimizi sanıyoruz.

Gün-be-gün gözümüzün önünde çürüyor oysa. Kocaman ve fakat kof bir gövde. Kurtlanmış, kırılgan, cılız kökler. İstese de bir türlü çiçeklenemeyen hastalıklı ve güçsüz dallar.

Bu çınarın etrafına dökülen betonu nasıl kırıp da toprağını havalandırabiliriz?

Acaba çevresine örülmüş o kalın duvarları hâk ile yeksan edebilir, dallarının göğe yükselmesine engel olan o mâhud çelik fileleri parçalamaya muktedir olabilir miyiz?

* * *

Bu soruya, herkes, kendi çabaları miktarınca cevap versin!

Kendi tutkuları kadarınca!

Kendince.

Benim cevabım şimdiden belli olmuş olmalı.

* * *

— "Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız. Yüksek tepelere çıkıp biteviye göğsünüzü yumruklar, salya sümük bir hâlde Rabbinize yalvarıp yakarırdınız."

Rivayet oldur ki Efendimizin bu hitabı üzerine Cebrail gelir ve kendisine der ki:

— "Yâ Muhammed! Rabbin, sana, kullarını daha fazla ümitsizliğe sevkedebilecek sözler sarfetmekten kaçınmanı emrediyor."

Bu uyarı üzerine, Efendimiz, çevresindekileri müjdelemeye başlar.

* * *

Müjdeler işitmeyi hak ettiğimizi sanmıyorum. Öyle ya, bizlerin teselli olunacak denli yoğun bir ızdırabımız hiç olmadı ki! Şifadan vazgeçtim, belânın bile farkında değiliz.

Mirasçısı olduğumuz hazinenin ancak fiyatını bilebiliyoruz, değerini değil!

Biraz hesaplıyoruz; sayıyor ve ölçüyoruz, ve fakat hissetmiyor, daha da önemlisi düşünmüyoruz. Hissetseydik veya düşünseydik, hiç kuşkusuz ki az güler, çok ağlardık.

Kısaca, şekavetin iki sebebiyle başımız belâda: gaflet'le ve cehalet'le. Yani kendimizden de bî-haberiz, çevremizden de.

Dedim ya, suyumuz az (gaflet), ışığımız yetersiz (cehalet).

İşte bu yüzden mesele çıkartmak zorundayım!

Sırf umudu hak edebilmek için!

Başka bir sebeple değil, sadece toprağımıza rahmet yağmurlarını celbedebilmek için!

Sırf insanı insana hürmet ve ihtimama davet edebilmek için!

* * *

Modern toplumlarda (kapitalist üretim biçimi nedeniyle) evlilik yaşı yükseldi. Gençler için neredeyse artık 30 yaş öncesinde evlilik yapmak bir hayal gibi!

Serbest cinsellikten uzak duran dindar gençler için mesele çok daha vahim! Çünkü doğalarını en az onbeş sene kadar baskılamak zorundalar.

Bu durumda sadece cinsellik değil, annelik-babalık da otuz yaşının sonrasına ötelenmiş oluyor.

Niçin?

Kapitalist üretim biçimi ve/veya modern toplum yaşamı böyle buyurduğu için!

Peki bu baskılamanın bir bedeli yok mu?

Var, hem de nasıl!

Baskılamayla geçen onbeş yılın yol açabileceği ruhsal bozuklukları tek tek sıralayacak değilim. Ancak şu kadarına işaret etmek isterim ki modern toplumlarda iffeti bedensel olarak korumaya çalışmanın ruhsal maliyeti hiç de az değil.

* * *

Ertelenmiş cinselliğin tahrib ettiği ilk duygu, toplumsallık duygusu. Kendi bedenini sevmek zorunda kalan milyonlarca genç! Kendi kendine bütünleşmeye çalışan... kendi kendine yettiğine kendini inandıran... doğanın bütün yükünü ruhlarına taşıtmaya çalışan milyonlarca zavallı beden!

Tam ortadan ikiye ayrılan bir bilinç! Kendi kendini tatmin etmek zorunda kalan bir beden, ve her defasında kendinden ve etrafından tiksinen bir ruh!

Modern yaşamın sözde zorunlulukları, kendilerini kendi doğalarının isteklerine karşı korumaya çalışan dindar gençleri birer zorunlu rahib ve rahibeye dönüştürmek emelinde! Üstelik onlara bir de manastır imkânı sunuyor: güya internet aracılığıyla aydınlanan loş odalar.

Şimdi o loş odaların herbiri birer sanal manastır!

* * *

Eşini bulamamış ruhların kendi kendilerini tatmin etmelerinin değil, tek başına bir bütün(lük) teşkil etmeyi bir halt sanmalarının ağır sonuçlarına dikkat çekmeye çalışıyorum.

Toplumsallık duygusunun (Gemeinschaftsgefühl) yaralanması nedeniyle hastalıklı bireysellikler ortaya çıkıyor. Meselâ fedakârlık duygusu zayıflıyor. Diğergâmlık. Çağdaş ve hodgâm nefislerde —tarihte pek benzeri görülmemiş ölçülerde— yıkıcı bir bencillik yeşeriyor. "Ben... ben... ben..." diye diye benlikleri ezip geçen bir tür virüs sanal orgazmlara yol açıyor. Bu sürecin sonundaysa insanın en değerli hassası, sahiciliği yok oluyor.

Yeni dünyagörüşümüzün alâmet-i farikası: simulakrum.

Artık sorunlarımız ahlâktan çok tıbbı ilgilendiriyor.

* * *

Söyler misin ey talib, hangi ben bu? Tatmin edilen ben mi, tatmin eden mi?

Tevazudan nasibini almamış, güya kendine yeten, mütekebbir ve müstağni, çift başlı ben midir o HAK olduğuna inandığın BEN!

Bil ki bedenin kendi kendini tatmin etmesi bir yük, ruhun kendi kendini tatmin etmesi ise çok daha başka bir yüktür!

Nâdanın homurdanmasını önemseme de sen hayat ağacına sahip çık! Bedenine! Bilgi ağacını ise sakın güneşten uzak tutma! Ruhunu!

Kısacası, vuslat-ı a'zamı geciktiren bu dünyayla kavgayı sürdür!

Israrla olup bitene anlam vermeye çalış!

Alma, bu sefer ver!


Dücane CÜNDİOĞLU
dcundioglu@yenisafak.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Neden Konuştuğunu ve Neden Yorumladığını Gerçekten Biliyormusun ...!!!