Ara Bakalım...

28 Aralık 2009 Pazartesi

Saç diplerinden kim alabilir kokusunu hakikatin?

— "Aslını görmediğim bir resim hakkında konuşmaktan kaçındım."

"Sanatın Öyküsü"nün girişinde aşağı yukarı böyle bir şey söyler Gombrich.

Okuduğumda, böylesi bir titizlik karşısında nasıl da hürmetle eğilmiştim.

Hürmetle...

VE gıptayla...

Kendimi, hakkında konuşmayı düşündüğüm her tablonun orijinalini görmek zorunda hissedişimin nedeni işte bu söz!

Dolayısıyla, yaklaşık iki yıla yakın bir süredir müze müze dolaşıp durmamın nedeni de!

Ah bir bilseniz, ne zordur sözün hakkını vermek! Yorumun, yorumlamanın... varlığa hiç değilse sözle müdahale etmenin... İddia etmenin... yani varlık veya yokluk iddiasında bulunmanın...

Hep derim ya, "yorum yorar" diye, lütfen inanınız, ayn-ı hakikattir!

* * *

Kur'an'ı doğru anlamak ve doğru yorumlamak için 19 yaşlarında Arapça öğrenmeye başlamıştım.

Tevrat'ı okumak içinse İbranice!

Kur'an'ın İngilizce çevirilerinde neler olup bittiğini yakinen tahkik etmek veya Toshihiko Izutsu'nun yorumlarını aslıyla karşılaştırmak suretiyle kuşkularımı gidermek istiyorsam, lâfı uzatmaya gerek yoktu, İngilizce şarttı.

Kant'ın ve Heidegger'in ne dediğinden emin olacaksam, ve muhakkak aradaki vasıtaları ortadan kaldıracaksam, oturup Almanca öğrenmeliydim.

Platon ve Aristoteles için Yunanca, Aqino'lu Thomas için Latince, Goichon veya Gilson için Fransızca öğrenmeye değmez miydi?

Ya da Şems-i Tebrizî için Farsça?

Ne yapıp edip yolu kısaltmalı, hakikatle aramdaki mesafeyi her adımımda biraz daha azaltabilmeliydim.

Hakikatle aramda hiçbir engel kalmamalıydı. Çırılçıplak görmeliydim onu. En yalın haliyle. Kendi hâliyle. Kendi diliyle konuşmalı, onu kendi dilinde dinlemeliydim.

Dizinin dibine yaklaşabilmeli, hiç değilse kokusunu alabilmeliydim.

* * *

Başarabildim mi peki?

Ne yazık ki hayır! Ama denedim. Elimden geleni yaptım. Kabımca. Kadarımca.

Hakikat, gözlerinin ışığını bile görmeme izin vermedi. Umursamadım. Ancak ayaklarına kapanabileceğim kadarıyla kendisine yaklaşmama ses çıkarmadı bir tek. Secde etmeme izin verdi, nazar etmeme değil!

Pazarlık yapamazdım pek tabii ki. Kokusuyla yetindim ben de. Boynunu, saç diplerini değil, ayaklarını kokladım bir ömür boyu.

Muhtaç bile değil, mahkumdum. Mecburdum. Kınamalara aldırmadım bu yüzden.

Çaresiz, hakikatin sahibi olmakla değil, talibi olmakla iftihar ettim. Bir ömür boyu.

* * *

"Her şey imkânla mümkündür" derdi babam.

Elimdeki tek imkân, sarhoşluğa meyili oluşumdu. Sermesttim. Bir ömür boyu.

Uzaklığına katlanabilecek bir ayıklığa aslâ tahammül gösteremedim. Elâlem bir damlasıyla sarhoş olduğunu söylüyor, bense Bâyezid gibi okyanuslar içtim, gözüm bile seğirmedi.

Muvazzaf ve mükellef değildim. Mecburdum sadece. Mahkumdum. Sermest oluşum bu yüzdendi.

Geçen bir dost bir mektupla beni uyarmış; hakikatini/hakikatimi açıyor olmamı doğru bulmadığını söylüyor.

Diyemedim ki kendisine, ey dost, ehl-i temkin değilim ki ben, ehl-i telvinim!

Ehl-i telvin olanda ayıklık (sahv) ne gezer!

Bizim meşrebimiz Cüneyd'in meşrebi değil ne yazık ki, Bâyezid'in meşrebi.

Temekkün kârımız değil, televvünle zevkediyoruz bu âlemde. Hâlden hâle geçişle. Melâmetle.

Kadehini dudağımıza değdiremeden kokusuyla sarhoş olduk bir kere! Bir ömür boyu.

Görmeden âşık olan safdillerdeniz. Kendisine bile değil, hayaline. Kokusuna.

* * *

René Magritte'in "Işığın İmparatorluğu" adlı tablosunun bir nüshasıyla geçen sene Venedik'te Peggy Guggenheim kolleksiyonunda karşılaşmış ve çarpılmıştım. Ne var ki İstanbul'a döndüğümde, satın aldığım reprodüksiyonunda bana bakan "Işığın İmparatorluğu" ile hayalimdeki arasında neredeyse hiçbir alaka yoktu!

Aslını görmediği bir resim hakkında konuşmaktan kaçınmakta Gombrich ne kadar da haklıydı! Çaresizdim, her defasında daha derine kazmak zorundaydım.

Bu tablonun tam altı nüshası vardı ve bu durumda ben diğer beşini de mecburen görmek zorundaydım; üstelik "L'Empire de la lumière" hakkında tam da bir ders yapmaya niyetlenmişken.

Üç ay önce, iki tanesini Brüksel'deki René Magritte Müzesi'nde görmüştüm. Dördüncüsüyle de dün New York'ta MoMA'da karşılaştım. Önünde diz çöktüm, ve iki haftadır renkler ve çizgiler arasında ne yapacağını şaşırmış olan hafızamın sararmış yapraklarına heyecanla kimi ayrıntıları kaydetmeye çalıştım.

Chicago'da, The Art Institute'de aniden çarpıştığım, Magritte'in La Durée poignardée/Hançerlenen Zaman (1938) adlı tablosundan sonraki en büyük keşfimdi bu!

Böylesi lütuflar karşısında ayılmaktan büyük günah mı olur?

Yapacak bir şey yoktu, nâralar savurmaktan başkası gelmedi elimden!

[Ayıklara not: Bu tablo İngilizce'de Time Transfixed/Durmuş Zaman olarak adlandırılmıştır ki sanatçıyı da rahatsız eden bu adlandırma gayet yanıltıcıdır! Nedenlerini açıklamayı derse bırakıyorum! Geleceğe!]

* * *

Bir gün liyakat kesbedersem şayet, belki de hakikat rahmeder de o kapandığım mübarek ayaklarından başımı kaldırmama izin verir, kimbilir?!

O takdirde ben de tutkuyla gözlerine bakarım! Gözlerinin tâ içine! Gözbebeklerine! Gözlerinde gözlerimi görürüm. Eririm. Gözlerinde birleşirim. Gözleriyle.

Muvahhid iken, kimbilir belki lütfeder de mütevahhid olurum; sadece birlemekle kalmam, aynı zamanda birlenirim de!

* * *

Ey talib, şöyle bir etrafına bak, O'nu birleyenlerin sayısı ne kadar çok, değil mi?

Peki ya, O'nun tarafından birlenenlerin sayısı?..

Kaç kere diyeceğim sana ey talib, Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!

15 Aralık 2009 Salı

Düşünürken modern, inanırken geleneksel





-“Onsekizinci yüzyılda konulan cinsel yasakların neden büyük ölçüde mastürbasyona odaklanmış olduğu konusunda bir merak uyanmıştı birkaç yıl önce.”


1978'in sonlarına doğru, İtalyan komünistlerinden Duccio Trombadori'nin kendisiyle yaptığı bir söyleşide böyle söyler Michel Foucault.

Ve devam eder:

- “Kimi kuramcılar, o dönemde evlenme yaşının yükseltilmiş olması nedeniyle genç insanların uzun bir dönem bekâr kalmaya zorlanmış olmalarıyla açıklamak istemişlerdi bu fenomeni.” [Trombadori'nin gerçekleştirdiği bu söyleşi dizisi, Türkçe'de “Marx'tan Sonra” (Chiviyazıları, Ekim 2004) adıyla yayımlanmıştır.]

Foucault, iki olgu arasında kurulan irtibata biraz temkinli yaklaşır ve mastürbasyon odaklı cinsel yasaklamaları hemen evlilik yaşı sorunuyla açıklamaktansa daha ayrıntılı analizlerin yapılması gerektiğine dikkat çeker.

* * *

Toplumsal olguları açıklamak maksadıyla hazır şablonlar kullanmak yerine derine kazmayı denemenin çok daha sağlıklı bir yol olduğu muhakkak! Oysa biz henüz sorunu tanımlamış değiliz ki soruna ilişkin çözüm veya çözümleme tekniklerinin sıhhatini hesaba çekebilelim.

Sorun, dindar gençlerin kapitalist üretim biçimine ve/veya modern yaşama uyum sağlamak adına kendi doğalarını baskılamak, ve bu baskılamanın sadece maddî değil, manevî maliyetini de üstlenmek zorunda kalmaları.

Bedenin tüm yükünü ruh çekiyor. Yaşamın organizasyonunu bütünüyle modernlik, ruhun terbiyesini ise (en azından) kısmen İslâm üstleniyor. Yaşamın kendisi modern, ve fakat bu modern yaşamın sorunlarıyla başetmesini istediğimiz ahlâkın kendisi ise tamamiyle geleneksel!

Hiç mi bir sentez yok!

Olmaması mümkün mü, elbette var! Çünkü yaşam zıtların çatışmasıyla yoluna devam eder! Diyalektik bir tarzda.

Bugünün dindar yaşamı, modernlikle geleneksellik arasında sıkışmış durumda. Yaşam pratiği düşünceyi, inancı ve eylemi dönüştürüyor; kendine benzetmeye uğraşıyor; en azından uzlaşmaya zorluyor. Adım adım.

Öyle bir bilinç tasavvur ediniz ki düşünürken modern, inanırken geleneksel!

Peki ya eylerken?

Ne modern, ne geleneksel! Ne kuş, ne deve! Sadece devekuşu!

Tıpkı jeep ile çarşaf gibi.

Adeta alkolsüz bira kıvamında.

* * *

Modern bilinç özgürlükten yana. Gerekçeleri burada sayılamayacak nedenlerden ötürü, itaati/bağlılığı/bağımlılığı küçümsüyor. Meselâ “Kur'an ve Özgürlük” izdivacını duyunca kulak kabartıyor; ancak “Kur'an ve İtaat” kelimelerini yanyana duymaktan bile hoşnut kalmıyor.

Modern yaşamın dayattığı koşullara, yeterince mücadele etmekten yorulmuş bir ruh bıkkınlığıyla kolayca teslim olmaktan kaçınmıyor.

İnanmanın tümdengelimci tekniklerine alışmış dindar zihinler, yaşamın uzlaşmaya zorlaması sebebiyle, ister istemez tümevarımcı yöntemler kullanmak zorunda kalıyorlar. Bu böyle, bu böyle, o da böyle ise, artık tartışmaya gerek yok, BU BÖYLEDİR deyip sorunlarını çözüme bağlıyorlar.

Yeni bir bütüne varmak umuduyla çıktıkları bu yol, hiç acımadan onların ellerinden kendi bütünlüklerini alıyor. İlkelerden hareketle mevcut örnekleri çözümlemek yerine, tek tek topladıkları örneklerden hareketle ilkeler oluşturuyorlar.

“Ne mahzuru var, yaşamın diyalektiği böyle! Dindar bilinçler hiç değilse bu sefer gerçekliğe nisbetle hizalanıyorlar, hem de böylelikle biraz olsun ayakları yere basıyor” diye düşünenler çıkabilir.

Bence de hiçbir mahzuru yok! Öyle ya, en nihayet, olan olur!

Sorun şurada ki asırlarca kendilerine istikamet tayin eden irfan hazinelerini ellerinden çıkaran dindar bilinçlerin ellerine tutuşturulan bir çizgi roman seti!

Kapıya gelen eskicinin eline bıraktıkları ceviz oyma sedef kakma sandık karşılığında alabildikleri, çok çok birkaç plastik mandal!

Yani kısaca yaşam! Bütünüyle.

O hâlde lâfı gevelemeye gerek yok! Dindar bilinçlerin yaşama katılmak karşılığında vazgeçtikleri, gerçekte, anlam verme/yorum yapma haklarıdır!

* * *

- “Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde anlamaya/yorumlamaya çalıştılar; ama asıl yapılması gereken onu değiştirmektir.”

Marx, Feuerbach üzerine yazdığı 11. Tez'de böyle söyler.

Daha önce de defalarca ifade ettiğim üzere, bu tez, ne yazık ki modern dindarlık projelerinin büyük çoğunluğu tarafından içselleştirilmiş ve dünyayı anlama/yorumlama çabasının, gerçekte dünyayı değiştirmenin en etkin yolu olduğu hiç mi hiç nazar-ı itibara alınmamıştır.

Oysa anlama/yorumlama etkinliği bir süreçtir ve bu süreçte eylemin öznesi de değişir, nesnesi de.

Dünyayı yorumlamak, dünyayı değiştirmek demektir zaten!

Ey talib, dünyayı değiştirmeyi başaramazsan, o seni değiştirir, hiç merak etme!

Hem de bir çırpıda!


Dücane Cündioğlu
dcundioglu@yenisafak.com.tr

Ertelenmiş Cinsellik





Her ağaç, köklerini gönlünce derinliklerine salabileceği bir toprağa, dallarını da özgürce boşluklarında yükseltebileceği bir göğe ihtiyaç duyar.


VE dahî her ağaç suyunu toprağından, ışığını ise göğünden temin eder.

Kendi toprağından... ve kendi göğünden...

Bilgi ağacının kaderi bu!

Hayat ağacının kaderi sanki farklı mı, o da böyle!

Daralan toprağımızda bereket, kısıtlanan göğümüzde aydınlık kalmadı. İşte bu yüzdendir ki suyumuz az, ışığımız yetersiz. O zayıf, o çelimsiz dallar, göğe yükselebilmek için ihtiyaç duydukları özsuyu emebilecekleri geniş topraklardan mahrumlar.

Biz zavallılar, koca bir çınarı, dibini çay bardağıyla sulayarak yaşatabileceğimizi sanıyoruz.

Gün-be-gün gözümüzün önünde çürüyor oysa. Kocaman ve fakat kof bir gövde. Kurtlanmış, kırılgan, cılız kökler. İstese de bir türlü çiçeklenemeyen hastalıklı ve güçsüz dallar.

Bu çınarın etrafına dökülen betonu nasıl kırıp da toprağını havalandırabiliriz?

Acaba çevresine örülmüş o kalın duvarları hâk ile yeksan edebilir, dallarının göğe yükselmesine engel olan o mâhud çelik fileleri parçalamaya muktedir olabilir miyiz?

* * *

Bu soruya, herkes, kendi çabaları miktarınca cevap versin!

Kendi tutkuları kadarınca!

Kendince.

Benim cevabım şimdiden belli olmuş olmalı.

* * *

— "Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız. Yüksek tepelere çıkıp biteviye göğsünüzü yumruklar, salya sümük bir hâlde Rabbinize yalvarıp yakarırdınız."

Rivayet oldur ki Efendimizin bu hitabı üzerine Cebrail gelir ve kendisine der ki:

— "Yâ Muhammed! Rabbin, sana, kullarını daha fazla ümitsizliğe sevkedebilecek sözler sarfetmekten kaçınmanı emrediyor."

Bu uyarı üzerine, Efendimiz, çevresindekileri müjdelemeye başlar.

* * *

Müjdeler işitmeyi hak ettiğimizi sanmıyorum. Öyle ya, bizlerin teselli olunacak denli yoğun bir ızdırabımız hiç olmadı ki! Şifadan vazgeçtim, belânın bile farkında değiliz.

Mirasçısı olduğumuz hazinenin ancak fiyatını bilebiliyoruz, değerini değil!

Biraz hesaplıyoruz; sayıyor ve ölçüyoruz, ve fakat hissetmiyor, daha da önemlisi düşünmüyoruz. Hissetseydik veya düşünseydik, hiç kuşkusuz ki az güler, çok ağlardık.

Kısaca, şekavetin iki sebebiyle başımız belâda: gaflet'le ve cehalet'le. Yani kendimizden de bî-haberiz, çevremizden de.

Dedim ya, suyumuz az (gaflet), ışığımız yetersiz (cehalet).

İşte bu yüzden mesele çıkartmak zorundayım!

Sırf umudu hak edebilmek için!

Başka bir sebeple değil, sadece toprağımıza rahmet yağmurlarını celbedebilmek için!

Sırf insanı insana hürmet ve ihtimama davet edebilmek için!

* * *

Modern toplumlarda (kapitalist üretim biçimi nedeniyle) evlilik yaşı yükseldi. Gençler için neredeyse artık 30 yaş öncesinde evlilik yapmak bir hayal gibi!

Serbest cinsellikten uzak duran dindar gençler için mesele çok daha vahim! Çünkü doğalarını en az onbeş sene kadar baskılamak zorundalar.

Bu durumda sadece cinsellik değil, annelik-babalık da otuz yaşının sonrasına ötelenmiş oluyor.

Niçin?

Kapitalist üretim biçimi ve/veya modern toplum yaşamı böyle buyurduğu için!

Peki bu baskılamanın bir bedeli yok mu?

Var, hem de nasıl!

Baskılamayla geçen onbeş yılın yol açabileceği ruhsal bozuklukları tek tek sıralayacak değilim. Ancak şu kadarına işaret etmek isterim ki modern toplumlarda iffeti bedensel olarak korumaya çalışmanın ruhsal maliyeti hiç de az değil.

* * *

Ertelenmiş cinselliğin tahrib ettiği ilk duygu, toplumsallık duygusu. Kendi bedenini sevmek zorunda kalan milyonlarca genç! Kendi kendine bütünleşmeye çalışan... kendi kendine yettiğine kendini inandıran... doğanın bütün yükünü ruhlarına taşıtmaya çalışan milyonlarca zavallı beden!

Tam ortadan ikiye ayrılan bir bilinç! Kendi kendini tatmin etmek zorunda kalan bir beden, ve her defasında kendinden ve etrafından tiksinen bir ruh!

Modern yaşamın sözde zorunlulukları, kendilerini kendi doğalarının isteklerine karşı korumaya çalışan dindar gençleri birer zorunlu rahib ve rahibeye dönüştürmek emelinde! Üstelik onlara bir de manastır imkânı sunuyor: güya internet aracılığıyla aydınlanan loş odalar.

Şimdi o loş odaların herbiri birer sanal manastır!

* * *

Eşini bulamamış ruhların kendi kendilerini tatmin etmelerinin değil, tek başına bir bütün(lük) teşkil etmeyi bir halt sanmalarının ağır sonuçlarına dikkat çekmeye çalışıyorum.

Toplumsallık duygusunun (Gemeinschaftsgefühl) yaralanması nedeniyle hastalıklı bireysellikler ortaya çıkıyor. Meselâ fedakârlık duygusu zayıflıyor. Diğergâmlık. Çağdaş ve hodgâm nefislerde —tarihte pek benzeri görülmemiş ölçülerde— yıkıcı bir bencillik yeşeriyor. "Ben... ben... ben..." diye diye benlikleri ezip geçen bir tür virüs sanal orgazmlara yol açıyor. Bu sürecin sonundaysa insanın en değerli hassası, sahiciliği yok oluyor.

Yeni dünyagörüşümüzün alâmet-i farikası: simulakrum.

Artık sorunlarımız ahlâktan çok tıbbı ilgilendiriyor.

* * *

Söyler misin ey talib, hangi ben bu? Tatmin edilen ben mi, tatmin eden mi?

Tevazudan nasibini almamış, güya kendine yeten, mütekebbir ve müstağni, çift başlı ben midir o HAK olduğuna inandığın BEN!

Bil ki bedenin kendi kendini tatmin etmesi bir yük, ruhun kendi kendini tatmin etmesi ise çok daha başka bir yüktür!

Nâdanın homurdanmasını önemseme de sen hayat ağacına sahip çık! Bedenine! Bilgi ağacını ise sakın güneşten uzak tutma! Ruhunu!

Kısacası, vuslat-ı a'zamı geciktiren bu dünyayla kavgayı sürdür!

Israrla olup bitene anlam vermeye çalış!

Alma, bu sefer ver!


Dücane CÜNDİOĞLU
dcundioglu@yenisafak.com.tr